Pasaklı Pakize
Bugün nasıl başlayacak diye düşünmeye başlamıştım ki ayak seslerini duydum. Yavaş yavaş yaklaşıyordu. Hazırlamaya çalıştım kendimi o her tarafı küf kokan kokuya ama nafile gelmişti bile başıma.
Ocağın altını yaktı, tabii doğrusunu bulana kadar bütün düğmelere o kirli elleriyle dokunarak. Doğruyu bulduğunda ise bütün düğmelerin üzerinde bir gün daha bir önceki gün, hatta daha da önceki günlerden kalan lekelerin üzerine bir tanesi daha eklendi. Pasaklı Pakize! diye bağırmak geldi içimden ama yapmadım.
Tepemde duruyordu işte. Her bir parmağı ayrı bir reçele batmış gibi yapış yapış dokundu koluma. Tanrım yardım et. O yapışıklık ve pislik her dokunduğunda içime işliyor sanki. Yapış yapıştı iyice kavradı eli bir daha üzerimden çekilmeyecek sandım bir an. Tepemdeki tülü kaldırdı. Her gece koyuyordu bu tülü. Haftaların verdiği o küflenmiş, demlenmekten içi çıkmış çay poşetleri koktu her yer. Diğer kolumu tuttuğunda ise artık yapacak hiçbir şeyim kalmamıştı.
Lavabonun içinde tabak çanak, çatal bıçak yığının arasını açtı önce. Kaç günlük kül tabağı vardı bilmiyorum. Küf kokusuyla izmarit kokusu karışmış artık başımı döndürüyordu. Bir anda aklına başka bir şey geldi koyuverdi beni tezgaha. Ne de olsa bir çaydanlıktım. Ne olursam olayım bu pisliği görmeyeceğim anlamına gelmiyordu tabii ki.
Yanımda dibi yanmış bir tencere, solumda kuruyemiş kabukları taşmış bir küçük çerezlik. Su sesi geldi, aklı sıra temizlik mi yapıyor diye şöyle bir heveslendim. Ama içimden çıkardığı çay poşetlerini sudan geçirip tekrar içime atmaz mı? Tek elini cebine soktu sigarasını yaktı. Yarısı uzamış yarısı kırılmış tırnaklarının arasından sigaranın dumanı çıkıyordu. Birazdan külü de yere düşecek ve o da ayağıyla iteleyecekti düşeni. Ve hep böyle devam edecekti.